29 Ocak 2011 Cumartesi

φ Tanrıları Bırakıp Sanrılara İnanmak.. {

Kelimeleri oluşturmak için bile zor seçiliyordu harfler. Lal olmuştu diller, sessizliğin içine sessiz harfler fısıldanıyordu. Adaletsizlik içinde doğruluktan söz ediliyor, biri hakkında kesin hüküm veren zihinler 3 gün sonra kendisi ile çelişiyordu. Kendi doğrularıyla birlikte tam anlamıyla paradoksun tarihini yazıyordu insanlar. Beş para etmeyen kişiler hediye paketi ile “cici” görünerek, etiketi ile aldatıyordu. Sanrıların en ücra köşesine bile sığınılamıyordu artık. Egolarına yenik düşen insanlık, her geçen gün banalleşiyor ve kuş bakışı bakıldığında onlara-biri diğerine o kadar çok benziyordu ki ayırt etmek imkânsızdı. Taklitçilik artıkça, sosyal varlık olarak klişeleşen insanlık yapaycı güçten etkileniyor-özenmeye başlıyordu. Kimi bunlardan kaçıp marjinalleşmeye ve birçok farklı sıfat arkasından özünden kaçmaya çalışıyordu. İstemediklerini-istemeyeceklerini ve asla kabul etmediklerini sevmeye zorlanıyordu. Kültürel yozlaşma, emperyalizmin desteğiyle sosyal varlığımızı varlıktan çok; özneden, yüklemden açıkçası her öğeden etkilenen değersiz bir nesne haline getirmeyi başarmıştı.
Farkında olmak önemliydi dünyada fakat birçoğumuz farkındalığı noksan olarak yaşıyorduk bu hayatta. Bazen bir marşandiz kadar ağır ilerliyordu zamanımız, nefretimiz de ağırdı, eksilen neşemizden çalıyordu-barizdi. Eskilerden beri dillerde olan aksakallı dede saçını mora boyatmıştı. İnsanların düşlerine girip sürekli bilgece üslubuyla kendince nutuk atmaya çalışırdı:
“Hayatın sizi bataklığa sürüklediğini anladığınızda, daha çok batmamak için kimi dinlerdiniz: Sezgilerinizi mi kader olarak kabullendiğiniz kederinizi mi? Hangisini?”
Cevap veremiyorduk çoğunlukla ama yine de birçoğumuz keder sözcüğünün karanlığından ürker, sezgici olurdu. Kimi ise sezgilerimizin de kaderimizin bir parçası olduğuna inanırdı. Kalender bir fikir aşılamaya kalksan millete, hepsi fildişi kulelerinden inmeye inat ederdi. İnsandık ne de olsa, kırılgan duygularımızı materyalizmin yapı taşı haline dönüştürdüğümüzde aklımıza gelmezdi bir gün maneviyatın eksikliği yüzünden hayatlarımızın yap-boz’laşacağını. Bir kamelya misali bile dayanıklı olamayacağımızı ve bilememiştik ki bir gün bu kadar güçlü görünüp-aciz olacağımızı..
Kulpu kırık bir fincan gibi neresinden tutacağımızı bilemiyorduk hayatın. Muharrem ayının en muharrem gününde bir simsarla bölüşüyorduk kederi. Geleceğin şüphelerle kaplı defteri tozlu bir büyü kitabını andırıyordu. Düşünceler fışkırıyordu zihinden, sağa sola çarpıyor ve daha sonra aynı yerde odaklanıyordu. Farklı zihinler aynı çeşit şer üretiyordu. Bu bir tenakuz olmalıydı. Farklı bahçelerin çiçekleri aynı kokmamalıydı!
Bir melekeydi artık düşünceler-davranışlar- hayatlar. Kükreyen bir aslanın en vahşi anında cesaretleniyordu bazen insanlar, yani yok olurken var oldum düşüncesi filizleniyordu bazen. Uzaklardan duymak istenirdi bazen kuş sesleri. “Huzurun kapımızın dibinde olduğu düşüncesi”nden korkulurdu çoğu zaman. Yalnızlıktan kaçmaya çalışılırdı insan, sahip olduğu tek gerçeğin yalnızlıkta gizlendiğini unutarak. Tatmini zor hayallerle avunurken, maskeli balo zannettiği dünyasında sürekli maskesi yanında dolaşırdı. Birden çok kimliği vardı, yabancı zihinlerin başkentlerinde özgürce dolaşırdı. Her birine en iyi sensin armağanı bırakırdı.
Maneviyat eksikliği ile çoraklaştı zihinler. Yüz buruşturup-reddedilmek, sahte gülümseyişlerden daha az istenir oldu. Doğallığını kaybeden insanlık maddiyatın kölesi oldu.. Yalan hayallerine inandı en sonunda insanlar. Portör olmuştu ne yazık, bir şerri diğer şer mekanına taşıyan bir portör. Bir bid’atın sapkınlığı kadar uydurmalarla aldatılıyorduk. Yalancı güneşlerin sahte ışıkları ile aydınlanıyor-ısınıyorduk…
Gece evinde gözleri kapatan beden sabah kendini bambaşka bir yerde bulacaktı. Sanrı gördüğünü sanıp ileriye bakıp içindeki heyecanın umut olduğuna inanacaktı. Gördüğü serabın yanılgılarını hissetmeyecek, gerçek sanıp, Tanrılarını bırakıp sanrılarınla yaşayacaktı.
Hepimiz illuminati olduğumuza inanıp, aydınlığın gücünü kullanıp karanlığa, güneşin ışığını kullanıp zifiri geceler için çalışıyor olacaktık… Ne zaman mı:
Di’li geçmiş olmasına ramak kaldı!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder